Liberal paganizm ve Kudüs’ün bedeli

24.10.2024

Yakın geçmişte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne gelen “Lautsi” başvurusunda tartışılan konu, insanlık tarihinin son iki bin yılının bir özeti gibidir: İnançlarımız üzerine inatlaşma ve insanlığın bu dünya üzerinde yüz bin yıla yaklaşan yerleşik yaşam kültürünü inançlar üzerinden okuma.

Zira, Musevi kökenli bir ailenin çocuğunun devam ettiği İtalyan okulunun eğitim-öğretim mekanlarında bulunan Katolik simgelerin ve araçların din özgürlüğü ihlali olduğu iddiası ile yapılan başvuru uluslararası bir tartışmaya neden olmuş, “amicus curiae” mektupları ile mahkemeye hukuksal telkinler yağmıştır.

VAAD EDİLEN TOPRAKLAR VE DİNSEL ŞİDDETİN KÖKENİ

Din ve ruhani inancın insanlık tarihi ve kültürün önemli bir parçası olduğu bilinmektedir. Ne var ki siyasetin tam merkezinde yer alması günümüzün gizlenmesi olanaksız hale gelmiş gerçeğidir.

İnsanlık tarihine baktığımız zaman, din ve ruhani inançlar için yapılmamış savaş, işlenmemiş cinayet kalmamıştır.

Avrupamerkezci tarihin öve öve bitiremediği Antik Yunan, kendi düşünürü Sokrates’i dini inançları bozmakla, gençleri ayartmakla suçlamış ve sonunda idam etmiştir.

Devamında Roma’nın Hristiyanlığı kabulü ile Hristiyanlık kıta boyunca yayılmış ve Ortaçağa kadar papalığın baskısıyla sınırlar ötesine taşınmıştır. Doktriner Regnum Christianum ideali ile Machiavelli’nin sözünü ettiği din orduları kurulmuştur.

Aziz Augustin ile başlayan din uğruna “haklı savaş” doktrinini kullananlar tarafından tamamen “ruhani olarak da akla/ahlaka uyumlu” hale getirilmiş şiddet, kutsal toprakları içine alan ve Siyasal Augustinizm’in en belirgin şekli olan Tanrının Krallığını gerçekleştirdiği topraklar idealinin aracı olmuştur.

İskenderiye Kütüphanesi’ni ve insanlık tarihinin en önemli kültür mirası el yazması eserleri, içinde paganizm olduğu gerekçesiyle yakmak ve sırf inançlar uğruna insanlığın geçmişine ilişkin en önemli bulguları yok etmek böyle bir anlayışın eseri değil midir?

Böylece, bu sürecin yarattığı akıl ile birden fazla amaç gerçekleştirilmiş, misyonerlik yeni sömürge arayışındaki üretim anlayışının da önemli bir aracı haline gelmiştir: Devlet ve kilisenin mükemmel ötesi işbirliği.

Ortaçağın cadı avı kılavuzları yine din adamları tarafından yazılmış, yetmemiş Kafka’nın Dava kitabının başkahramanı K’nın örneğinde olduğu gibi kilise yargıcı da kamusal yargı gücünün merkezine yerleştirilmiştir. Galileo veya Tomasso Campanella (Güneş Ülkesi) gibi yazarlar bu sistemin hışmına maruz kalanlardan şu an için aklımıza ilk gelenlerdir.

Yine bu çağda gerçekleşen din savaşları ve 1648 söylemi ile Avrupa’nın sekülerleştiği iddiası, 1890lar Fransız Cumhuriyet’indeki Dreyfus davasına kadar süren katolik tektipleştirmeye engel olamamıştır.

CUMHURİYET, DEVRİMLER ve DİNSEL ŞİDDET İLE MÜCADELE

Diğer bir deyişle, Anglikan Kilisesi’nin doğal lideri olan İngiliz monarķına karşı Montesquie eliyle sert eleştiriler getiren Fransız sistemi de dinin siyasetin merkezine oturmasına engel olamamıştır. Zira Cumhuriyet, Papalıktan vazgeçse dahi Papalık paylaşılan egemenlikten vazgeçememiştir. Tersine, bir dinsel otoriteye bütün ulusal egemenliklerden bağımsız bir ekümeniklik donanımı verildiğinde, bundan sonra yapacağı ilk iş kendi egemenlik alanını genişletmek olacaktır. Ukrayna Kilisesi’ni büyük bir afiyetle kendinden mütevellit “egemenlik” alanına katan Fener Patrikliği yakın zamanın önemli bir örneğidir.

Siyaset ve din, tarihte bir birinden hiç vazgeçebildiler mi? Tabi ki vazgeçtikleri toplumlar ve rejimler olmuştur. 1789 Burjuva Devrimi feodalizme karşı bir hareket olmasıyla, siyaseti, yeni kurmakta olduğu yurttaşlık düzeni ile dinsel tahakkümden uzaklaştırmaya çalışmıştır. Buna rağmen, şüphesiz 1917 Devrimi bundan daha etkili olmuştur. Din ve devlet derin bir şekilde bir birinden ayrılmış ama buna rağmen 1990’lara kadar var olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi en büyük hükümet dışı örgüt haline gelebilmiştir. Ne var ki Berlin’in doğusundan Çin sınırlarına kadar etkili Sovyet tipi sosyalizmde egemen ortak olması söz konusu değildir.

Türk devriminde ise kulluktan yurttaşlığa yükselen anayasal özne olan milletin üyeleri bu süreçte saltanat ve hilafetin baskısından kurtarılmış ve Fransız tipi bir laiklik ile sonuçlanan bir süreç tamamlanmıştır.

1949 Çin Devrimi ise mutlak egemen olarak Çin halkının temsilcisi Çin Komünist Partisi’ni belirlediği için ruhani organizasyonların kamu yönetimine koşut egemenlik kazanması mümkün değildir.

1945 SONRASI YAPININ KENDİ KADERİNİ TAYİN İKİLEMİ

Yine 1945 sonrası yeni kurulan yapı “uluslararası insan haklarını ve kendi geleceğini tayin hakkı” merkezli bir yapıdır. Bu çerçevede kökleri 16-17. yüzyıl İspanyol sömürgeciliği döneminde bulabileceğimiz “doğal hukuk” anlayışının “Rönesans”ı (yeniden doğuşu) merkezinde kurgulanan yeni yapı ilk ve en acil hedef olarak İsrail devletinin kuruluşunu sağlamıştır.

1945 sınırları karşısında Arap dünyası ve yüz yıllık siyonizm projesinin bu halinden hoşlanmayan yönetimler hızlı tepkilerini vermişler, buna rağmen bu proje silah ve savaş yoluyla genişletilmiştir.

Bundan çok kısa bir süre sonra Çin Devrimi’ni takip eden Kore Devrimi sürecinde ortaya çıkan iç savaşa taraf olan 1945 yapısı bu devrime izin vermemiş, diğer bir deyişle, “şimdilik bu kadar kendi kaderini tayin hakkı yeter”, demiştir.

İşte yeni yapının temel ikilemi burada yatmaktadır. Liberalizm dininin paganları olarak gördüğü Rus, Türk, Çin, Kore, İran ve Afrika devrimlerini, Atlantik merkezli Anglikan kilisesi liderliğinde etkisiz kılma ve bu coğrafyalardaki halkları, yeni kurdukları düzenle Batı-İsrail siyaseti merkezli küresel sermayeye hizmet eder hale getirme yönünde çalışılmaktadır.

Burada bizim en fazla dikkatimizi çeken soru, neyin amaç, neyin araç olduğu sorusudur. Gerçekten de eski sömürgecilerin Regnum Christianum ideali topraklarında kurulan yeni Batılı Christendom çerçevesinde ortaya çıkan ütopyanın peşinden gitmek için liberal paganizm mi araçsallaştırılmaktadır? Yoksa liberal paganizmi yok etmek ve dünyada yedi kıtayı tüm ekonomik kaynakları ile Batı-İsrail siyaseti merkezli küresel sermayenin hizmetine sokmak için kutsal kitaplarda ve kadim ruhani doktrinlerdeki İsrail Krallığı ve mevcut Christendom güvenliği bahane mi edilmektedir?

Yanıt hangisi olursa olsun, Birinci Haçlı seferinden günümüze Kudüs’ü almanın bedeli devasa boyutlarda artmıştır. Yüzbinlerin yaşamını ve geleceğini kaybetmesi, İstanbul’daki muhteşem Ortodoks sanatının parçalanması, insanlık tarihine dair en önemli bilgi ve belgeler yok edilmesi başlangıçtır. Son bir yılda ise logaritmik ölçüde arttırılan şiddetle 1945 sistemi kurban edilmiştir.

SONUÇ

Evet, bütün bu yaşananların en çarpıcı kısmı budur: İsrail Krallığı için 1945 sistemi feda edilmiştir. Diğer bir deyişle, 1945’te kurulan yapının bütün temelleri İsrail için altüst edilmiştir.

Birleşmiş Milletler Barış Gücü doğrudan İsrail ordusunun saldırısına uğramıştır. Irak topraklarında İran Konsolosluğu saldırıya uğramıştır, mülteci kampları saldırıya uğramıştır, komşu ülke Lübnan’ın şehirleri saldırıya uğramıştır, Suriye saldırıya uğramıştır, binlerce bebek, çocuk, kadın, yaşlı, sivil on binlerce insan ağır bombardıman ile yok edilmiştir. Bunlara karşı tek bir kınama kararı bile çıkmamıştır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi, Netenyahu ve işbirlikçilerini yargılayamamıştır. Onun yerine bu sürecin yürütücüsü Amerikan Kongresi’nde azmettiricileri tarafından avuçlar patlayana kadar alkışlanmıştır.

1945 düzeni paramparça edilmiştir, Kudüs’ün bedeli budur.

Kaynak