DÖRDÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI ÇOKTAN GELDİ

10.09.2024

Hâlâ birilerinin Üçüncü Dünya Savaşı’nın (WWIII) başladığını resmen ilan etmesini bekliyorsanız, yanılıyorsunuz. Biz zaten içindeyiz. Ve birileri Dördüncü Dünya Savaşı hakkında konuşmaya başladı.

Tarih, strateji, psikoloji

Batılı siyasî ve güvenlik liderleri, Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi “Doğulu” muadillerinden çok daha büyük ölçüde, zihnî boyutu uzun zamandır keşfetmelerine ve uzun yıllar süren araştırmalara yatırım yapmalarına rağmen, 21. yüzyılın başlarında stratejik savaş alanındaki ana gücün psikolojik alan olduğunun farkına varamadılar. Savunma harcamalarının düzeyi stratejik başarı ya da başarısızlığın sadece küçük bir bileşenidir. Tüm başarı ya da başarısızlık zihin tarafından üretilir ve yakın tarihin hiçbir döneminde bu durum, Soğuk Savaş sırasında ve sonrasında resmi çatışmanın değişen küresel güç dengesinde küçük bir faktör haline geldiği günümüz kadar belirgin olmamıştır.

Halkların zihinlerinde, özellikle de “ortak zihinlerinde” olup bitenler, stratejinin başarısını ya da başarısızlığını belirleyen kritik faktördür. Bu faktör, yani moral (genellikle böyle adlandırılır), her zaman manipüle edilebilir olmuştur, ancak bugün özellikle geleneksel iletişim biçimlerini daha az etkili hâle getiren kitle iletişimi sayesinde manipüle edilebilmektedir. Kitlesel histeri de dahil olmak üzere kitlesel psikoz yaratma yeteneği, elektronik eşler arası iletişim kapasitesi nedeniyle artık neredeyse anlıktır. Tek gereken küçük bir zihnî önyargı ve bir anda her şey değişebilir.

Kitleler hâlâ güce sahip ama bunun farkında değiller. Eskiden okullarda “bilgi güçtür” diye öğretilirdi, artık öyle değil. Ancak anahtar hâlâ aynı: Farkındalık.

Askerî savaş alanında bile, hayatta kalmak ve egemen olmak için verilen umutsuz mücadele kelimenin tam anlamıyla varoluşa dair olduğunda, psikolojik unsur zafer ya da yenilgiyi belirleyebilir. Geçmişte stratejistlere ve komutanlara birliklerinin moralini yüksek tutmaları öğretilirdi; bunun bir nicelik meselesi değil, nitelik ve kararlılık meselesi olduğunun şuurundaydılar. İkna olmamış ve savaşa hazır olmayan bir asker çatışmadan asla sağ çıkamaz; aksine, iyi odaklanmış ve hazırlıklı tek bir asker çok sayıda rakibi bozguna uğratabilir.

Bu “moral” boyutu toplumsal düzeyde de geçerlidir: yoksul, mutsuz ve sorunlarla dolu bir toplum manipülasyonlar, psikolojik operasyonlar ve çeşitli türden melez çatışmalar için kolay bir hedef olacaktır. Her şey düşmanla -ya da kobaylarla- mümkün olan en iyi şekilde etkileşim kurmak için optimum koşulları düzenlemeye bağlıdır. Minimum çaba, maksimum sonuç.

Donanımın hazırlanması çok önemlidir, ancak onu yöneten yazılım daha da önemlidir. Gerçekten de, resmî askerî harekât için gerekli olan zihniyetler, birçok yönden stratejik psikolojik harekâtların yürütülmesine karşıt olan hiyerarşilerdir. Konvansiyonel askerî yapılar, özel kuvvetler ve istihbarata dayalı doğrudan eylem kabiliyetlerinin kombinasyonu bile -tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar geniş kapsamlı- bu görev için yetersizdir. Bugün yeni profillere olan nesnel ihtiyaçla karşı karşıyayız: Devlet başkanı baş istihbarat subayı olmalı, aynı zamanda ulusun büyük stratejisti, dolayısıyla hâkim strateji konseptinin de mimarı olmalıdır. Liderlik artık sadece siyasî olmayan yeni bir rol üstlenmektedir. Antik Roma’nın diktatörünü anımsatan bir figür yeniden moda oldu: Senatoyu acil durum ve yeni bir siyasî varlığa geçiş gibi hassas bir aşamada yöneten, büyük bir siyasî karizmaya sahip bir ordu mensubu, genellikle bir generaldi. Örneğin, Birleşik Krallık Kralı Charles III’ün, tahta çıkışından bu yana kendisine hizmet eden üç başbakandan çok daha büyük ölçüde Britanya’nın uzun vadeli gündemini desteklemek için prestijin psiko-politik yönlerini nasıl kullanacağını anlayan tek İngiliz lider olarak ortaya çıktığını görebiliriz.

Hükümette bir “güçlü adam” olması yeterli değildir, aynı zamanda ülkenin siyasî, ekonomik ve stratejik yaşamının tüm yönlerine göz kulak olmaya hazır olmalıdır. Bunu yapmak için doğaçlama olmayan bir hazırlık gerekir, bu nedenle siyasî elitler geçtiğimiz yüzyıla kıyasla çok daha kapsamlı bir şekilde hazırlanmaktadır.

Üçüncü Dünya Savaşı’na geçiş

Çağdaş dünyanın en büyüleyici özelliklerinden biri, içinde yaşadığımız sistemlerin karmaşıklığıdır; bu karmaşıklığı en aza indirmek ve sentezlemek için öncelikle olayların gerçekleştiği geniş ufku göz önünde bulundurmak gerektiğinin farkına vardıkça anlayışımız giderek genişlemektedir. Bu durum savaş için de geçerlidir.

Aslında, sivil alana göre 10 ila 25 yıl arasında bir avantaja sahip olan askerî alandaki hızlı ve güçlü teknolojik gelişme, savaşın topografyasında bir dengesizlik yaratarak ve yalnızca yeni silâh türlerini değil, aynı zamanda bunları kullanma biçimlerini ve bunlardan kaynaklanan strateji ve taktikleri de içine yerleştirmek için yeni kategorilerin kodlanmasını zorlayarak, savaş yürütme biçiminde kademeli bir mutasyona yol açmıştır. Dolayısıyla bu yeni geometrilerin çerçevesini çizmek ve bugün savaşların ne olduğunun önce ideolojik, sonra da pragmatik boyutlarına girmek gerekiyor.

Kavramı neredeyse üç yüzyıl boyunca gelişen küresel savaş, tüm öncüllerini kapsayan ve onları aynı anda ve çok taraflı olarak, asla geri çekilmeden gerileten bir savaş türüdür. Artık savaşı sadece “tek yönlü” yürütmek düşünülemez, bugün aynı anda birkaç satranç tahtasında oynanmaktadır ve artık davul ve marşların değil, dijital dünyanın devreleri arasında akan ışık hızının ritmi vardır.

Bu bir savaş alanları meselesi.

Savaş alanları, savaşın içinde gerçekleştiği boyutlardır. Bugün bunlardan beşini tanımlıyoruz: Kara, su, hava, dünya dışı uzay, infosfer. İlk dördü için tarihsel olaylar ve askerî yapılarla ilişkilendirmeler yapmak zor değilse de, bizi en çok ilgilendiren ve günümüzde konvansiyonel ve özel savaşlar olarak tanımlanan savaşlar arasında önemli bir ayrım yapmanın uygun olduğu beşincisidir. Özel bir savaş, özel bir savaş alanında, özel silâhlar ve özel aktörlerle yapılır. Çağdaş hibrid savaş, konvansiyonel ve özel savaş arasında yer alan bir savaş olarak algılanmaktadır; her ikisinin de özelliklerine sahiptir, ancak iki düzey arasında ve beş alan arasında kolayca hareket eder. Bu anlamda, küresel bağlamda (senaryolar) topyekûn bir savaştır (modlar).

Bu melez aynı zamanda asimetriktir, yani uzun zamandır alıştığımız ölçüleri takip etmez ve bilinçsizce de olsa genel olarak savaşın bir parçası olan halkların bağlılığını gerektirir. Psikolojik harb, sosyal mühendislik, askerî jeo-mühendislik, video oyunları, öngörülü sinematografi, siber savaş, bilgi savaşı, ekonomik ve ekolojik savaş, bir Amerikan askerî platformu olarak başlayan ve bugün dünyayı birbirine bağlayan internet ve çok daha fazlası: Her şey normal görünmeli, iyi satılan bir ürün gibi tüketilebilir olmalıdır. Bu bir pazarlama meselesidir, iş iştir. Yeni kategorilerin bir araya gelmesi, alanların ve arenaların birlikte çalışabilirliği bağlamına uymaktadır.

Gri bölge, kamusal ve özel dünyalar arasındaki sınırların bulanık olduğu bir “bölge”, sürekli savaşın gizli seviyesinin devam ettiği yarı gizli bir boyut olarak duruyor: İstihbarat tarafından işletilen…

Günümüzün stratejileri ve sosyal durumları 20. Yüzyıla kıyasla daha karmaşık; ve görünüşe göre daha az kontrol edilebilir… İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle başlayan savaşın dönüşümü, küresel çatışmanın nükleer savaşa dönüşme olasılığından kaçınmak için mümkün olduğunca dolaylı bir şekilde üstlenilmesi anlamına geliyordu. Bu durum stratejik rekabetin hızını değiştirmemiş, ancak onu daha geniş bir faaliyet yelpazesine zorlayarak “topyekûn savaş”ı yeniden tanımlamıştır ki bu da esasen Soğuk Savaş’ın “Üçüncü Dünya Savaşı” olduğu ve çatışmanın giderek artan bir şekilde ekonomi, hukuk ve diğer birçok yönden, esas olarak nüfûz ve tahakküme dayalı olarak sahnelendiği anlamına gelmektedir.

Gerçekte hiçbir zaman küresel bir çatışma durumundan çıkmadığımızı fark etmemiş olabileceğimiz ihtimalini kabul edelim. Düşük yoğunluklu da olsa, konvansiyonel olmasa da, savaş hiçbir zaman sona ermedi. Tarihçiler 1945 yılında birkaç çarpıcı olaya dayanarak İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiğini ilan etmiş, ancak gerçekten bitip bitmediğini tanımlama zahmetine katlanmamışlardır.

Dördüncü Dünya Savaşı’nın farkına varmak

Muhtemelen şu anda, her şeyden daha önemli olanın, yeni etki alanı olan ‘prestij’ olduğu 4. Dünya Savaşı’ndayız.

Prestij, nüfûzun ve ikna kabiliyetinin büyük bir bölümünü sağlayan şeydir. Silâhlı kuvvetlerinin fiziksel imajı ve (etkili bir şekilde sergilenen) cesaretinden, para biriminin gücüne, ideallerinin ve yönetim biçimlerinin aşılmaz cazibesine, ulusal güvenin yansıtılmasına ve dil ve edebiyatın hakimiyetine kadar birçok şekilde sürdürülmelidir. Bu değerlerin hepsi, bu değerlere sahip olanların zihinlerinde ve davranışlarında yer alır ve dışarıdan gözlemciler tarafından algılanır.

Prestij kırılgandır ve yetersiz yetkinlik, bocalama (kararsızlık), onursuzluk ya da erişiminin her şeye kadirliği veya evrenselliğinin tehlikeye girdiğinin ortaya çıkmasıyla neredeyse anında buharlaşabilir. Örneğin stratejik silâhların taktik hedeflere karşı kullanılmasının cazibesi, bu silâhların nasıl “kesin” olarak kabul edilmediğini göstermektedir. Örneğin ABD’nin Irak ve Afganistan’da, büyük bir çatışma durumunda stratejik nükleer yükler taşımak üzere inşa edilen B-1 ve B-2 stratejik bombardıman uçaklarını kullanması, bu uçakların bir zamanlar sahip olduğu huşu ve prestiji sonsuza dek ortadan kaldırmıştır. Taktik hedeflere yönelik B-1 ya da B-2 hava saldırılarında ölmeyenlerin tepkisi, “Hepsi bu mu?” oldu. Zorlayıcı olan stratejik silâhların potansiyelidir, fiilî kullanımları değil.

İroni de burada yatıyor. Yaklaşık 1972’den sonra prestij kazanan Çin Halk Cumhuriyeti hariç, 2024’te neredeyse tüm “büyük güçlerin” prestiji, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana herhangi bir zamanda olduğundan daha düşüktür. Prestij spektrumunda psikolojik savaş stratejisinin, etki yaratma stratejisinden düşmanların etki, irade ve uyumunu aşındırma stratejisine dönüştüğünü iddia edebiliriz. Psiko-politik savaşın ya da kavramsal tahakküm operasyonlarının saldırgan kullanımı mevcut küresel savaş alanında önem kazanmıştır.

Dolayısıyla, kritik olan, ulusal ahlâka, bütünlüğe ve prestije yönelik saldırılara karşı alınacak önlemdir. Geriye kalan, her zaman olduğu gibi, birleştirici ideallerin savunulması ve güçlendirilmesi ve güvenin boşa çıkarılmasıdır: “İmkânsızın” üstesinden gelme ve görünürde kolaylıkla başarma yeteneğinin yansıtılması. Özellikle son on yılda tanık olduğumuz şey, kişinin kendi psikolojik gücünün savunma kalelerinden ziyade, düşmanların uyum ve prestijine karşı bilinçsiz bir saldırı savaşına kaymasıdır. Sahada daha az silâh, daha fazla yumuşak güç saldırısı…

Stratejik psikolojik savunmaya yönelik mevcut dikkat eksikliği, devletin, liderlerinin veya ulusal birliğin prestiji üzerindeki etkisine bakılmaksızın, güç için iç rekabetlerle meşgûl olmaları nedeniyle, hükümetleri tarafından ele alınmayan toplumlar içindeki acı bölünmelerle daha da kötüleşmektedir. Ulusal ölçekte psikolojik savaşın saldırı ve savunma yönleri askerî operasyonların normal çerçevesine girmez ve askerî ortamda askerî morale duyulan ihtiyaç -iyi anlaşılmış olsa da-, esasen kinetik ve elektronik operasyonların “görünür” spektrumunun dışındadır.

Georges Clemenceau ünlü bir sözünde “savaş orduya bırakılamayacak kadar önemlidir” demiştir ve gerçekten de bu söz stratejinin kinetik operasyonlar üzerindeki önceliğini pekiştirmektedir. Modern liderler, özellikle de “yeni topyekûn savaş” doktrini ve “topyekûn iç savaş” çağında, kendilerini psiko-politik alanı da kapsayan bir eğitim ve destek kadrosuyla nasıl donatabilirler? Bu sadece hedef toplumların -kendi toplumları da dahil olmak üzere-, derin bir sosyolojik anlayışını değil, aynı zamanda tarihin ve mevcut altyapısal bağımlılıkların ve çok daha fazlasının derin ve bağlamsal bir anlayışını gerektirir; ve buna tedarik zinciri bağımlılıkları, tarihsel olarak duygusal devletlerarası bağlar, özellikle dil ve güven vb. dahildir. Ancak bu, doğrudan -askerî veya paramiliter- ve dolaylı fiziksel eylemler arasında hiçbir bağlantı olmadığı anlamına gelmez.

Gerçekler birbirine karıştırılmamalıdır: “Dördüncü Dünya Savaşı” devam etmektedir ve tıpkı Birinci Dünya Savaşı’na “Eton’un oyun alanlarında” karar verildiği gibi, “küreselci” ve “milliyetçi” kitlelerin sıraya dizildiği ve çatışmaların zihnî boyutunun çok açık olduğu, ancak düğmelerle salonlara girmekte zorlandığı Harvard ve diğer yıldızlarla dolu üniversitelerin oyun alanlarında profesyonelce konuşlandırılan kavram ve imgelerin nüanslarından etkilendiği, güçlendiği veya yenildiği kentsel ve kırsal manzaralarda karar verilmektedir.

Bu farkındalık, Doğu’da, çürüyen Batı’nın çürümesinin dışında çok daha fazla mevcut. Örneğin Rusya ve aynı zamanda Çin ve İran, Batı’nın sürekli saldırısı altında oldukları için çatışmaların psikolojik boyutuna on yıllardır daha hazırlıklılar. Bu da stratejik -ve aynı zamanda siyasî, ekonomik ve sosyal- adaptasyonun daha çevik ve hızlı olduğu anlamına geliyordu. Bunun sonucu olarak da bu ülkelerin siyasî liderleri, bu güçlü ve zayıf yönlerden nasıl faydalanacaklarını ve kolektif donanımla nasıl hareket edeceklerini anlama konusunda birkaç yıl öndeler. Batı’daki siyasî gruplar amansız bir düşüş ve başarısızlık sürecinde birbirleriyle savaşırken, Doğu ülkelerinin bir yükseliş ve itici güç evresi yaşadığı inkâr edilemez.

Tüm bunlar, geleceğe öngörüyle bakabilen, seçime, elitist eğitime, farklı senaryolara hazırlanmaya, küresel liderliği elde etmek için teknolojilerin ve araçların araştırılmasına ve teşvik edilmesine yatırım yapan eski yönetici sınıfların projektif kapasitesi olmadan imkânsız olurdu. Sun Tzu, “Düşmanını kendini tanıdığın gibi tanı, bunu yaparsan yüz savaşın ortasında bile tehlikede olmazsın” diye öğretmiştir. Rakibin zihnine girmek, ona hükmetmenin ilk adımıdır.

Çeviren: Adnan DEMİR

Kaynak