Doğal kaynakların metafiziği ve jeopolitiği

12.10.2012

Doğal kaynakların metafiziği ve jeopolitiği
Tabiat ve bedel
Doğal kaynakların ekonomisi konusu üzerine genellikle biraz sıkılıp utanarak konuşulur. Bu tipik bir yaklaşımdır, çünkü çağdaş insan için tabiat çok yabancı, bilinç ötesi derinliklerinde saklanılmış bir şey olmuştur, dolayısıyla bunun hakkında açık dille konuşmak bir sebepten dolayı kabul edilmez sayılır. Ekonomi teorisi ile silahlanmış çağdaş teknolojik insan için teknosfer onun tabii çevresidir. Tabiat ve özellikleri için herhangi anılması ise çoktan beri yenilmiş atavizmin rahatsız eden sesi gibi kabul edilir. Ekonomi teorisinde tabii kaynakların konusu, bilinç altı araştırmalarının konusuna benzeridir: rasyonel fikir için bilinç ötesi can sıkıcı bir konudur. Rasyonalizm bilinç ötesi sorunlarından kaçınmaya çalışır. Aynı şekilde tabii kaynakların değerlendirilmesi, ve özellikle onların açığı ve tüketilebilirliği konusu, insan ekonomik fikrini, total dijital virtualizasyon dünyasında hazır bulunduğunu beyan eden tabiatın hoş olmayan gerçeklerine döndürmektedir.
Tabii kayankların konusunda bir şey “konspirolojik” vardır. “Sarı” basın ve özellikle “Komplo teorisini” yayan küçük baskıları olan, sansasyonlara düşkün gazeteler, bütün büyük siyasi proseslerin esasında tabii kaynaklar için mücadeleyi görüyorlar. Çok ilginçtir ki, bu tür açıklamalar, herkesçe bilinen ve doğal bir şey olarak, ve aynı zamanda özgün ve az kaldı edepsiz bir şey olarak kabul edilir. Tam aynı şekilde uyanık adam bilinç altı sesine bakar: bu ses apaçıktır ve aynı zamanda edepsizdir. Kültür, suretler alanı ve nihayet reklam, bilinç altı ile serili olarak çalışır ve onun konuları ile çeşitli usullerde oynarlar. Buna benzer bir şey gazetelerde sert ve isabetli baş makalelerin müellifleri yaparlar. Onların ateşli sözlerine göre “çeçen çatışmasının esasında petrol yatmaktaymış”, “Rusya’da seçimlerin sonucu doğalgazın Avrupa’ya teslimatlarına bağlıymış”, “Venezuela’da başarısız darbe ise amerikan petrol kodamanları tarafından sipariş edilmiştir”. Ama bu durumlar, saygıdeğer ekonomik yayınların derin ve esaslı araştırmalarınшт konusu çok seyrek olur, ve olursa da bu araştırmalarda imaların ve iki manalılıkların sayısı  o kadar çok ki, neticede bu alanda oluşan ana proseslerin mantığı daha açık değil, ters daha müphemleştirilmiş olur.
Bugünkü ekonomik teorilerin oluşmasının kaynaklarını ararsak, tabii kaynaklar ile bilinç altı arasında bulduğumuz benzerlik için daha bir tasdiği buluruz. Liberal fikirin klasiklerinin temel teorileri aslında ekonomi alanında rasyonel mekanikçilik nominalist felsfesinin (Newton, Lokk, Gobbs vs.) uygulanması olmuştur. Rasyonelistlerin, insanda bütün “irrasyonel” olanlardan, yani “bilinç ötesi”, “tabii”, “içgüdüsel”, “kutsal”, “arkaik” unsurlardan kurtulup, bütün idrak prosesini akıllılık faaliyetine inhisar ettirdikleri gibi, klasik politik ekonomi kurucuları da iktisat faaliyetinde rasyonelizasyon ve optimizasyon koduna en çok uyan unsurları belirtip, rasyonalizm sınırlarında sığınmayan iktisat elemanları (tabii, tarihi, ayini vs. elemanları) bir tarafa bıraktılar.
Klasik liberal teoriye ait rasyonalizm mirasını metodolojik olarak marksistler aldılar, gerçi başka konularda bu ekonomik ekollerin görüşleri önemli derecede farklıydı. Marks, çağdaş insana bakarken, onu tabiatı tamamen yenmiş, bütünüyle sosyal bir yaratık olarak görüyor. Sosyalizm teorisinde iktisat rasyonalizasyonu, liberalizm teorisinde olduğu gibi en önemli yeri işgal etmektedir. Tabiat ise, kendi kendiliğinden oluşan belirtilerin deseniyle bu rasyonelliği sınırlamaktadır.  “Tabii kaynakları” geniş anlamda kabul etsek, bugünkü ekonomik sistem “tabii kaynaklar” için değil, “tabii kaynaklara” karşı mücadele eder ve sonuçta ekonomik döngüyü bütün tabii bağlılıklardan (externalaties) kurtarmaya çalışıyor.
Bu tür teorik düşünceler, çağdaş ekonomik yaklaşımın esasında, daha somut söylesek ise “tabii kaynaklar tükenmez (sonsuz) ve bedavadır” tezinin temelinde yatmaktadır. XVIII-XIX asırlarında, sanayı kapitalizminin ilk safhasında tabii kaynaklar gerçekten “sonsuz ve bedava” idiler. Veya daha kesin söylesek, kapitalizm iktisadının teorisine göre tabii kaynaklar bedelinin limiti sıfıra yakındı. Pozitivist bilimlerin başka alanlarında ve tefazuli hesap yapısında olduğu gibi asgari namütenahi hata ihmal edilirdi. Ve ekonomik lojistiğin prensiplerinde tabii kaynakların bedeli sıfır olarak, onların miktarı ise sonsuz olarak kabul edilmiştir. Böyle bir faraziye yaparak, ekonomik bilim kurucuları devam ettiler: inceledikleri iktisat algoritmalarında tabiat bir etken olarak kabul edilmiyordu. Akıllılık şemaları, bilinç ötesi hatalarını ihmal ettiler. Tabiatı bir yana koyup, ekonomi pozitivist ve akıllılıklı olmuştur.
Çok ilginçtir ki, bu baz yaklaşımının yetersizliği için ilk şüpheler, gerek tabii, gerekse de sosyal bilimlerin çok farklı alanlarında aynı zamanda oluşmağa başladılar. XX yüzyılının fizikçileri tarafından çağdaş fiziğin klasik aksiyomlarının esasında bulunan temel çelişkilerinin tespit edilmesine ve felsefede pozitivizm krizinin oluşmasına parallel olarak, insanlık iktisat alanında da benzeri problemlerle karşı karşıya geldi: tabii kaynaklar sonsuz değil, bedava değil ve sınırlıdır diye anlaşılmıştır, yani tabii kaynakların çok etkine (ve bu arada ancak ekonomik değil, ama siyasi ve daha geniş anlamda jeopolitik etkenlere) bağlı olan özel bedeli vardır diye tespit edilmiştir. Ekonomide bu teorik bir tez insan tarafından ampirik olarak – emperyalist savaşlar, medeniyetler arası çatışmalar, tabii kaynaklar için mücadele şeklinde – idrak  edilmiştir.
Bu problemle karşı karşıya gelip iktisat bilginleri, XX yüzyılın başlangıcında bilinç altıyı keşfeden rasyonalist-felesefeciler gibi hareket ettiler, yani yeni keşfedilen (ama her zaman mevcut olan) gerçeklerin incelenmesi için, asıl bu gerçeklere önem verilmemesi hesabına oluşan yöntemleri uygulamağa başladılar. Tabii kaynakların hesaba alınmaması imkansız olduğu zaman, ekonomi bunların hesaplanması için işbu kaynakların önemsiz bir hata olarak hesaba alınmamasını öngören yaklaşımların uygulanması sonucunda oluşturulan aletleri kuallanmıştır.
Burada apaçık bir çelişki sözkonusudur: gerek klasik politik ekonominin, gerekse de marksistlerin ekonomik tahlilinin algortiması, tabii kaynakların sonsuz ve bedava olmasını öngören öncülden yola çıkmaktadır. Bu tezin ampirik olarak çürütülmesiyle karşı karşıya gelip teorikçiler, kendi teori esaslarını gözden geçirmek istemediler, ve mantık çelişkisine dikkat vermeden yeni meydana gelen durumların incelenmesi için geleneksel teorik aletleri kullanmağa başladılar. Asıl bu sebepten dolayı tabii kaynakların incelenmesiyle uğraşan ekonomi sektörü gayet tuhaf vaziyette, yani sansasyonlar dolu konspiroloji, “Status Quo” formal tarifesi ve karanlık imalarla karışılan çok sayıdaki tavtolojik hükümler arasında bulunmaktadır. Doğa faktörü bedelinin belirtilmesi için kullanılan baz paradigmalarının dışına çıkarıldığı için o, çağdaş fraktallar hakkındaki fizik teorisinin (V.Mandelbrot) dili kullansak “external attractor” (yani “dış çekici”) olarak kabul edilmiştir.
Tabii ki, tabiat faktörünün bedel belirtme mekanizmalarına dahil edilmesine dair teşebbüsler yer almıştır. Mesela, rus ekonomist-halkçı A.V.Çayanov, fransız sosyologlar M.Moss ve J.Bataille, amerikan fizikçi F.Kapra vs.. Ama bunların görüşleri marginal, geniş olarak kabul edilmemiş  teorilerin arasında kalmıştır.
Kaynaklar ve dünyanın jeopolitik uzayı
Yeraltı servetlerin bedeli konusu pratikte ele almak için iyi metodolojilerden birisi jeopolitiktir. Jeopolitikçi gözleriyle ana büyük maden yataklarının dünya haritasına baksak, çağdaş siyasi ve ekonomik tarihin bazı karanlık taraflarını kolayca açıklayan çok ilginç modeli elde edeceğiz. Bu anlamda jeopolitik “uzaya bağlı olan siyasi psikanaliz” denilebilir.
Tabii kaynakların, onların bulunma yerlerinin, nakliyesinin, sürüm pazarlarının konusu, milletler yaşadıkları, somut siyasi, milli, dini, medeni sınırlar bulunduğu uzayların içine çizilmiştir. Bu jeopolitik konusudur. Jeopolitik açısından tabii kaynakların konusu, uzay, toprak, zemin ile ilgili bütün diğer konular gibi, insan toplumu ve insan tarihinin uzaysal gelişmesinin mantığına dair en önemli nitel parametrelerden birisidir.
Burada çok önemli durumu dikkate almalıyız: tabii kaynakların konusunu çok sathi olarak açıklayan (hangi kaynaklar ve nerede bulunmaktadır, insanlık için kaç yıl içinde yeterli olacak, hangi kaynaklar nerede ve kime daha kazanışlı olarak satılabilir, hangi kaynaklar ve nereye daha kolay bir şekilde nakliye edilebilir, nerede onlar işlenebilirler vb.) saf ekonomik yaklaşımdan tabii kaynakların jeopolitiğine geçerken daha karmaşık bir tabloyu görüyoruz. Burada asıl ekonomik göstergeler daha derin ve gözle görünmeyen proseslere bağlı olur. Tabii kaynakların konusu jeopolitik açısından ele alınması, zor açıklanan olayların anlamamız için yeni imkanları sağlayacaktır. Mesela, niçin bazı maden yatakları işletilmekte, ve aynı zamanda daha cazip görünen diğer yataklar işletilmemektedir? Niçin çoğu hallerde madenlerin nakliye yolları için ekonomi açısından en optimal yollar seçilmiyor? Ana kaynaklar çıkarıldığı ülkelerde siyasi süreçler madenler konusuna ne derecede bağlıdır? Bu konuyu anlamadan Rusya işbu alanda etkili stratejiyi kuramaz. Jeopolitik faktörleri dikkate almadan biz her zaman tabiatı ve yapısı bilinmeyen engellerle karşı karşıya gelmek zorunda kalacağız.
Jeopolitik açısından, gezegenimizin gerçek uzayının kullanılmasıyla ilgili iki temel modeli (temel projesi) vardır. Pu projeler, kendi tarzında ve kendi amaçları uyarınca çeşitli bölgelerin, kültürlerin, medeniyetlerin, milletlerin, siyasi sistemlerin gelişmesinin özelliklerini göze almakta, ve onların kendi anlayışı çerçevesinde kullanılmasını öngörmektedir.
Tabii kaynakların sınırlı olduğu ve onların belirli bir bedeli olduğu için, üstelik dünyanın ayrı bölgelerin ve bütün insanlığın teknolojik gelişimine çok önemli olduğu için, onlar bugün medeniyetlerin hayatta kalması için rekabete ve mücadeleye sahne oluyor. Dolayısıyla, jeopolitik projelerin ikisi, tabii kaynakların kullanılmasına dair kendi makrosenaryolarını teklif etmektedir. Bu senaryolar kapsamına her şey dahil olur: maden yatklarının keşfedilmesi, onların çıkarılması, işlenmesi, nakliyesi ve sürümü. Gerçek hayatta şu ana kadar birleşik bir insanlık ve birleşik bir idare sistemi mevcut değildir. Bunun için tabii kaynakların kontrolü ve idaresi için tezler soyut olarak bahsedilemez ve “hayat faaliyeti optimizasyonu problemiyle karşı karşıya gelen insanlık tarafından idrak olan vazife” sözkonusu değildir. Maalesef, şu ana kadar dünyanın ayrı bölgeleri arasında uyuşması imkansız tezatlar vardır. Bu tezatlar artık müstemlekecilik veya ideolojik terimlerinde ifade edilmezse de, bu demek değildir ki onlar kayboldular. Bu tezatların jeopolitik açısından değerlendirilmesi en objektif ve gerçekçidir. Dünyanın jeopolitik tablosuna baksak, biz, örneğin, Yakın Doğu petrol kaynaklarıyla ilgili sorun özünü hemen idrak edeceğiz ve tabii kaynaklarla ilgili olarak daha önce gelişen ülkeler sayılan ülkelerin borçlarıyla uğraşılırken Rusya tarafından hangi ana parametrelerin hesaba alınacağını anlayacağız. 
İngiliz bilgin H.Mackinder, amerikan amiral Mahan ve başkalar tarafından kurulan jeopolitik model, iki temel jeopolitik global kuruluş mevcudiyetini öngörüyor: Kara kuvvetleri (tellurokrasi, avrasyalılık) ve Deniz kuvvetleri (talassokrasi, atlantiklilik). Bu tezler daha XIX asırının sonunda — XX asırının başlangıcında yazılmıştır ve biz görüyoruz ki, geçmiş yüzyılın tarihi yapılan tahminlerin doğruluğunu tamamen tasdik etmiştir. Bu iki kutup, sosyal anlamda değil, uzaysal anlamda biribirine uzlaşmaz güçlerdir. Kara (Avrasya) kutubunun temeli, Rusya alanı içinde bulunan “heartland” (“göbek bölgesi”)’dir. Bu tellurokrasi kalesidir.
Ona zıt olan güç, talassokrasi denilen “ada gücü”, “deniz gücüdür” (ingilizce Sea Power). Bunun bulunduğu bölge ilk etapta sahil alanıdır, daha geç etaplarda ise okyanus sektörüdür. Bu jeopolitik güçler arasında jeopolitik mücadele oluşmaktadır. Bu mücadele, hayatın medeni, teknolojik, stratejik ve kültürel taraflarıyla ilgilidir. Bu mücadele, tabii kaynakların konusuna da doğrudan doğruya bağlıdır. Mackinder tarafından çıkarılan formule göre “Avrasya’yı kontrol eden dünyayı kontrol eder”. Avrasya kontrolünün iki türü olabilir. Bu çok önemli bir noktadır. Avrasya üzerinde kontrolün kıtasal usulü, idare içtepisinin kıta içinden, “heartland”dan çıkmasını öngörür. Somut bir anda “heartland”ı kontrol eden siyasi teşekkülün ismi jeopolitik için önemli değildir. Bu Rusya İmparatorluğu, Sovyetler Birliği, Demokratik Rusya, BDT veya bu alanda meydana gelebilen başka bir şey olsun, hiç fark yoktur. İsmi ne olursa olsun kara kutubunun görevi, “heartland” ile Avrasya kıtasını kuşatan denizler ve okyanuslar arasında bulunan bölgelere azami derecede etkisini genişletmek, güçlendirmek, ve strateji ile ekonomi açısından onları azami derecede entegre etmektir. Doğal olarak bu durum tabii kaynaklar için de geçerlidir. Tabii kaynaklara avrasyalılık yaklaşımı, kıtanın azami olarak geniş alanında kaynakların çıkarma ve işlenme birleşik sisteminin oluşturulmasını öngörür. Bu durum, nakliye şebekelerinin, bir de gaz ve petrol boru hatlarının yerleşimine, ayrıca işleme merkezlerinin vaziyetine ve ikincil ürünlerin ulaştırma yöntemlerine dair talepleri belirtmektedir. Tabii kaynakların nakliyesi hakkında söylenebilir ki, avrasyalılık projesine göre her somut maden yatağı kıtanın iç alanlarına bağlanması gerekiyor. Bu durumu hesapa alsak, Rus, Orta Asya ve Kafkasya yataklarını Avrupa’ya (ve Pasifik okyanus bölgesine) kıtasal şebekeyle bağlayan gaz ve petrol boru hatlarının jeopolitik ehemmiyeti belli olacaktır. Avrasya kaynaklarının kıtanın odak noktasında toplanması, Avrasya’nın genel jeopolitik potansiyelini güçlendirecek.  
Avrasya üzerine (bir de tabii kaynakların üzerine) kontrolün ikinci modeli de vardır: bu dış kontrolü, yani Deniz (talassokrasi) tarafından gerçekleştirilen kontroldür. Aynı kilit bölgesi üzerine gerçekleştirilen bu kontrol tipi (atlantist tipi), “heartland”ı ısı denizlerinden ayıran “sahil alanlarının” (rimland) dıştan kontrol altına alınmasını öngörmektedir. Tarihsel olarak, bu ikinci model ingiliz-saksonya gücü ve Britanya imparatorluğu ile ilgilidir. Ondan sonra talassokrasi misyonu diğer ingiliz-saksonya devletine, yani ABD’ye devredilmiştir. Fiilen bu devlet bugün bütün dünyaya hakim olmaktadır. Bu durumda teklif olan jeopolitik model bambaşkadır ve “Sahil alanlarının” yapısının okyanus ötesi güç merkezine bağlanması, su enginlikleri (denizler ve okyanuslar) üzerine gerçekleştirilen kontrol vasıtasıyla dünya stratejisinin gerçekleştirilmesi sözkonusudur. Avrasya karasal içtepisi kıta alanını entegre etmek niyetinde ise, atlantist deniz içtepisi terstir. Onun amacı, bu entegrasyonu engellemek, ısı denizlerine ulaşımı kapatmak ve tam çevresi boyunca sahil alanlarını kontrol altına almaktır. Tabii kaynaklara gelince, onların çıkarılması, işlenmesi, nakliyesi ve sürümü ile ilgili olarak ta farklı bir sistem öngörülmektedir. Nakliye, başlıca olarak deniz yollarından tanker gemileri vasıtasıyla gerçekleştirilir.
Böylece, dünyamızın enerjetik gelişmesinin ve tabii kaynakların çıkarılmasının tek planı değil, en az iki planı mevcuttur.
Ele aldığımız durum, ancak iki ideolojik sistemin çatışması değildir. Jeopolitik açısından ideolojik sistemler birbirine çok benzeyebilir (mesela Britanya İmparatorluğu ve Rus İmparatorluğu), birbirine zıt olabilir (mesela, kapitalizm ve sosyalizm), tamamen aynı olabilir (mesela, bugün demokrasi Rusya’da ve Batı’da ana çizgilerle aynıdır). Jeopolitik çelişkilerin aldıkları şekilleri ikincildir, bunların özü ise sabit ve değişmezdir. Bu çelişki, bir de tabii kaynakların çıkarılması, işlenmesi ve sürümü modeli için mücadele, ancak medeniyetler arası diyalog şeklinde yer alıyorsa bile durum son derecede gergin kalıyor. Hangi maden yatakları önceden geliştirilmesi lazımdır, bu işler bölgelerin ekonomisine ne şekilde etkileyecek, tabii kaynaklar nasıl ve nereye, hangi pazarlara nakliye edilecek gibi konular jeopolitikten ayrı olarak, ancak enerji bilimi ve ekonomi açısından incelenemez. Ancak enerji bilimi ve ekonomi açısından biz bu alanda mevcut olan olayların büyük kısmını hiç bir şekilde açıklayamayacağız. Rakamların, jeoloji araştırma bilgilerinin, holdingler kurulması hakkındaki ve başka benzeri haberlerin örtüsü arkasında derin jeopolitik eğilimler saklanılmaktadır. 
Enerji kaynakları sorunlarına avrasyalılık yaklaşımına dönsek, onların çıkarılması, geliştirilmesi, işlenmesi ve nakliyesi ile ilgili özel avrasyalılık konseptini çıkarmak ihtiyacı vardır diye kanaata varıyoruz. Bununla beraber bu model, işbu problemlerin çözülmesi için atlantist kutup tarafından teklif olan çözüm modelinden, globalist modellerden çok farklı olmalıdır. Rusya, jeopolitik olarak “heartland” ile hemen hemen aynı ülke olup, hem kısa vadeli siyaset, hem de uzun vadeli siyaset açısından kendi maden yataklarını geliştirmelidir, kendi teknolojilerini uygulamalıdır, bizim sınırlarımıza yakın olan BDT ülkelerindeki ve daha uzakta bulunan Asya ve Yakın Doğu ülkelerindeki maden yataklarında hazır bulunmamızı güçlendirmelidir. Ayrıca, bu anlamda Avrasya ulaşım şebekelerinin gelişiminin özel önemi vardır. Tabii ki, bu proje ayrı ekonomi dallarının seviyesinde geliştirilemez. Devlet, jeopolitik metodoloji esasında kurulan tam kaynaklar ve enerji politikasına sahip olmalıdır.
Sahil bölgesi ve tabii kaynakların diyalektiği
Şimdi Avrupa’dan, Yakın Doğudan Uzak Doğuya ve Pasifik okyanus bölgesine kadar uzanan “sahil bölgesi” (rimland) ne olduğunu daha detaylı anlıyalım. Bir zaman içinde Avrupa kendisi (özellikle İngiltera ve Fransa) Batı kutubu ile atlantizm odak noktası idi ve dünya çapında yukarıda bahsettiğimiz atlantist ve talassokratik misyonu gerçekleştiriyordu. ХХ yüzyılında atlantist sistemin ağırlık merkezi daha batıya, okyanus ötesine kaymıştır. Bu zamandan beri Avrupa önceki zamanlarda olduğu gibi atlantist topluluğun merkezi değil, taşrası olmuştur. Artık XIX yüzyılının birinci yarısında Avrupa etkisinin Amerika kıtasından giderilmesini öngören Monroe doktrininden başlayarak ve “bu andan itibaren ABD ilgilerinin Avrupa dahil olmak üzere global” olduğunu beyan eden Wilson doktrini ile bitirerek, bu süreç kademe kademe olarak gelişmiştir. Şu anda Avrupa, startejik olarak (enerji kaynakları açısından dahil olmak üzere) amerikan kutup tarafından kontrol edilen “ara bölge”dir. ABD’nin 6. Filosunun Akdenizde bulunması, Yakın Doğuda Amerika politikası, Avrupa politikasının amerikan prioritelerine tabi edilmesi — bütün bunlar Avrupa’yı stratejik ve enerjetik bağlılıkta tutmaktadır.
Avrupaya enerji temini prosesine çeşitli baskı aletlerinin kullanılmasıyla etkileyerek ABD Avrupa üzerine kendi kontrolünü saklamakta ve güçlendirmektedir. Bu kontrolün kumanda kollarından birisi, ABD tarafından Yakın Doğu politikasına sürekli olarak karışması, arap ülkelerde petrol çıkarılması ve Avrupa’ya nakliye edilmesi için sürekli kontrolün gerçekleştirilmesidir. Bu arada, işbu bölgede petrol çıkarılmasında sabit bir denge saklanması ve artışının sınırlanması ABD için çok önemlidir. Böylece Avrupa, enerji kaynaklar açısından sürekli olarak Kuzey Afrika bölgesine bağlı kalmaktadır.
Venezuela ile ilgili durum tam tersidir. Burada ABD için petrol çıkarma artışı avantajlıdır, çünkü ABD ekonomisi bu faktöre belirli bir derecede bağlıdır. Avrasya petrol çıkarma kutubunun gelişmesi ise atlantik kutup için hiç bir şekilde uygun değildir. Bugün ekonomik olarak çok güçlü olan Birleşmiş Avrupa, şüphesiz olarak, kendi enerjetik emniyetinin sağlanmasına muhtaçtır. Bunun sağlanması, Avrupa’nın önemli bir jeopolitik özne olarak tarihe dönmesi için şarttır. Dolayısıyla, Yakın Doğu ülkeleriyle direk işbirliği kurulması, tabii kaynaklar konusunda Yakın Doğuda ABD’den bağımsız politika güdülmesi, Avrasya maden yataklarının ve onların nakliyesi için kara yolların geliştirilmesi, Avrupa için hayati önemli noktalardır. Enerji kaynaklarının temini konusunda birkaç alternatif sağlanması sayesinde Avrupa büyük bir enerjetik ve sonuçta stratejik ile jeopolitik atılım yapacak, bir de yeni potansiyel özne olarak “rimland” bölgesinde kendi jeopolitik stratejisinin gerçekleştirilmesi için daha geniş hareket serbestliğini kazanacaktır.  
Bu açıdan Rusya-Avrupa, Rusya-Amerika, Rusya-Arap ülkeleri arasındaki ilişkiler, çok önemli derecede tabii kaynakların yerleşimine, miktarlarına, çıkarılması için teknolojik imkanlarına, bir de ülkenin uluslararası siyasette sahip olduğu statüsüne bağlıdır. Mesela, İrak Birleşmiş Milletler müeyyideleri altında bulunurken, bunun maden yataklarının bir önemi ve fonksiyonu vardır. Müeyyidelerin iptal edilmesinden sonra ise bunların önemi farklı olacaktır. Zaten İrak’ın Kuveyt’e saldırmasının sebebi, Körfez limanlarına direk ulaşımı sağlamak, bir de sonuçta bütün dünya ülkelerine ve ilk sırada Avrupa ülkelerine petrolün serbest olarak teslim edilmesi için imkanları temin etmek arzusunda Bağdat’ın sabırsızlığı olmuştur. Bu bağlamda söylemek gerekiyor ki Kuveyt devleti, baştanberi İngiltera’ya tamamen bağlı ve aynı zamanda İrak için denize direk ulaşımı engelleyen kukla kuruluşu vasıtasıyla zengin bölgenin stratejik zonunu kontrol etmek üzere ingilizler tarafından kurulmuştur. Önceki asırlarda kurulan jeopolitik algoritması bizim zamanımızda da etkili kalmaktadır. Aynı durum Libya ve İran için geçerlidir. Atlantist kontrol emri uyarınca belirli bir anda Libya’nın zengin ve İran’ın daha zengin enerji kaynaklarının teslimatları önemli derecede sınırlanmıştır. Neticesinde ABD baskısı altında bu ülkeler uluslararası tecridinde kalmıştır. Rusya, Avrasya olarak, ülke içinde ve uluslararası sahnesinde kendi menfaatlerini sağlayan kaynak ve enerji politikasını gerçekleştirmelidir. Tabii ki, bu politika atlantist kutubunun menfaatlerine uygun olmayacaktır. Bununla ilgili olarak hemen farkedebilirz ki, bu konuda Rusya avrasayalılık ilgileri ve bugünkü Avrupa Birliğinin enerjetik prioriteleri birbirine çok yakınıdır. Başka sözlerle, hem Rusya, hemde Avrupa Birliği, “rimland”ın büyük sektöründe, Avrupa’dan İran’a ve Orta Asya’ya kadar uzanan “sahil bölgesinde” kaynak ve enerjetik politikasının reorganizasyonuna muhtaçtır. ABD’nin ise bu bölgede “status quo” saklanmasına muhtaç olduğu da besbellidir.
Şimdi Avrasya kıtasını kuşatan “sahil bölgesinin” doğu sektörüne dönelim. Uzak Doğuda, Pasifik okyanus bölgesinde çağdaş Avrupa’ya benzetilebilen bir alan vardır. İlk sırada Japonya ve onun jeopolitik ve enerjetik perspektifleri sözkonusudur. Japonya’da kendi kaynakları yoktur. Aynı zamanda enerji kaynaklarının tüketimi açısından Japonya kocaman bir pazardır. Bu anlamda Japonya Avrupa Birliğine çok benzer. Avrupa gibi Japonya için enerji teslimatlarının alternatif yollarının sağlanması ve Avrasya-Asya enerjetik potansiyeline bağlanması hayati önemlidir. Japonya’nın hükümet ve iş çevrelerinin yetkilileri bugün iyice anlıyorlar ki enerjetik alanda ABD’ye bağlılığı Japonya’nın imkanlarını çok sınırlamakta ve onun jeopolitik statüsünün yükseltilmesi için engel oluşturmaktadır. Jeopolitik tahlili ile profesyonel olarak uğraşan en ferasetli siyasetçiler, Rusya ile birlikte Avrasya alanlarının kontrol altına alınması konusuna büyük ilgi gösteriyorlar. Bu mantık esasında Japon adalarının kıtasal Avrasya’ya bağlayan ulaşım şebekeleri sisteminin kurulmasını öngören fikir oluşmuştur. Bu proje gerçekleştirilmesini bazı siyasi durumlar ve özellikle Kuril adalarının sorunu engellemektedir. Avrupa-Rusya ilişkilerinde ise aynı görevi Çeçenistan ve “insan hakları” konuları yapmaktadır. Her iki halde biz görüyoruz ki, Avrasya’nın ana güçleri için (Rusya, Avrupa Birliği ve Japonya için) uygun bir şekilde Avrasya büyük alanının ciddi reorganizasyonunu engelleyen hususlar, jeopolitik açısından pek önemsizdir. Onların ehemmiyeti, enerjetik alanda işbirliği ve tabii kaynakların işletilmesine dair ortak stratejisi kurulması halinde açılacak yeni perspektiflerin ehemmiyetiyle kıyaslanamaz. Bu nispetsizlik, işbu “siyasi” sorunların arkasında bugünkü “status quo” kalmasını isteyen üçüncü tarafın temel ilgileri bulunmaktadır diye fikir veriyor. Bu üçüncü tarafın ABD olduğu apaçıktır.   
Bütün ifade ettiğimiz düşünceleri daha pratik sorunlara (mesela, jeolojik araştırma projelerine ve enerji kaynaklarının gelişimine) aktarsak, gayet kesin bir sonucu elde edeceğiz. Batı ülkeleri ve özellikle ABD finansların çoğuna sahiptir ve kaynakların işletilmesi konusunda en büyük ilgi gösteriyorlar. İngiliz-saksonya sermayesi ve teknolojileri bu alanda en güçlüdür. Ama jeopolitik kanunları hesaba alsak göreceğiz ki, bu kutup tarafından yapılan somut yatırımlar her zaman bu dalın gelişmesine gerçekten yardımcı olur, beyan edilen amaçlar ise her zaman gerçekleştirilir diye denilemezdir. Çünkü her şey, projenin ekonomik rantabilitesine ve kazançlı olmasına bağlı olmaktan çok ekonomik dışı, jeopolitik ve stratejik ilgilerine bağlıdır. Üretim durdurulması amacıyla yatırımların yapılması mümkündir. Tabii kaynakların yatakları üzerine kontrol tespit edilmesi, şüphesiz olarak, atlantik sermayenin ana görevlerinden biridir. İşbu yatakların geliştirilmesi ve işletilmesi bambaşka bir iştir. Burada hesaplar ve kar oranları artık önemli değildir. Atlantik kutup tarafından yapılan yatırımların her zaman belirli bir jeopolitik özelliği vardır. Bu yatırımlar “sahil bölgesinde” ve özellikle kıta içi alanlarda yapılırsa, onların esas amacı kontrol güçlendirilmesi ve aynı zamanda gelişme prosesinin frenlenmesidir. Dolayısıyla, Avrasya’da enginliklerinde işbu dalda amerikan (ve daha geniş olarak ingiliz-saksonya) yatırımlar yer alıyorsa da onların çok belirli kasıtı olması lazımdır. Onlar en başta çok cazip görünüyorsa da, sonuçları önceden beyan edilen amaçlarından çok uzak olabilir.
Şimdi ters bir varyanta bakalım: gerek Rusya (BDT) içinde, gerekse de “sahil bölgesinde” kendi avrasyalılık yatırımlarının ihtimalini inceleyelim. Tabii ki, bugünkü durumdaki Rusya, bu alanda özel bir stratejinin gerçekleştirilmesi için ekonomik aletlerine sahip değildir. Rusya, uzak perspektifte bile herhangi büyük bir ekonomi sektörüne yatırımların kaynağı olarak kabul edilemez. Gayri safi milli hasıla artışı % 4 olduğu şartlarında yatırımlar imkansızdır, bu artış % 8 olacaksa da durum değişmez. Dolayısıyla avrasyalılık enerjetik projesi, bu alanda atlantist projesine assimetrik olmalıdır. Avrasya enerjetik kompleksinin organizasyonu yeni modelinde Rusya (Avrasya), atlantist algoritmasına bir alternatif teklif ederek, dispeçer rolünü oynayabilir. Bunun için gereken bütün özelliklere Rusya sahip oluyor: hem kendi maden yataklarının mevcudiyeti, hem ulaşım yollarının şebekesinin organizasyonu için kilit coğrafya vaziyeti, hem BDT ülkeleriyle ve “sürgün” olarak kabul edilen ülkelerle (İran, İrak, Libya) bile özel ilişkiler, hem enerji kaynaklarının çıkarılmasıyla ilgili belirli bir tecrübe, hem de ciddi entelektüel ve lojistik potansiyeli. Rusya’nın tek bir meşum eksiği sürekli olarak finansların açığıdır.
Avrupa ile Japonya (daha geniş olarak Pasifik Okyanus bölgesinin ülkelerinin) durumları ise tam tersidir. Tabii kaynakların, alanın, siyasi manevra serbestliği eksiği vardır, ancak finansman-yatırımcılık potansiyeli tam kapsamında mevcuttur. Böylece, Avrasya kıtasının muhtelif bölgelerinin karşılıklı bağımlılığını hesaba alsak avrasyalılık projesi gayet gerçekçi görünmeğe başlıyor.
Bu düşünceler Avrasya enerjetik stratejisi için yeni formatın oluşturulmasını gündeme getiriyor. Siyaset, ekonomi, enerjetik, kültür, tarih, diplomasi, sanayı dallarına ve teknolojisine ait sorunlar, din ve toprak problemleri biribirine çok bağlantılı olduğu için avrasyalılık projesinin gerçekleştirilmesi için çok idare, silah ve sanayı güçlerinin gayretlerinin birleştirilmesi lazımıdır. Bütün bu problemlerin incelenmesi için birleşik bir danışmanlık kuruluşunun kurulması çok mantıklı olacaktı. Bu kuruluşta hükümetlerin, silahlı bakanlıkların ve baş müdürlüklerin temsilcileri, enerjetik dallarının liderleri, jeopolitik bilginleri, finansman ve başka tür uzmanları adı geçen problemlerin çözülmesi için birlikte çalışmalıdır. ABD bu konuda bizim için örnek olmalıdır. Böyle kuruluşlar orada çoktanberi kurulmuştur ve gayet etkili bir şekilde görevini yapmaktadır. Bunların çalışmasının sonuçları bugünkü dünyanın jeopolitik haritasında görüyoruz. Bu sonuçlar şu anda, maalesef, Avrasya lehine değildir.  
Haziran 2002