DİSTOPYALARIN KARA BÜYÜSÜ
Kendini gerçekleştiren kehanet, ilk etapta kehaneti öğrenmenin doğrudan sebeb-netice etkisi olarak gerçekleşen bir kehanettir. Bir falcı tarafından maçı kazanacağını söyleyen oyuncu, bir anda sonuç konusunda kendini çok daha rahatlamış hisseder ve böylece daha iyi bir oyun oynayarak kazanmaya başlar. Bir ilacın plasebo etkileri, yani ilacın etkisine ilişkin hastanın psikolojik inancının bir sonucu olan etkisi, kendi kendini gerçekleştiren kehanetin bir başka örneğidir. Bu kehanetler büyünün ispatı değil, daha ziyade ruhun dış olaylar üzerindeki güçlü etkisinin ispatıdır; bir şeye inanmak, onu husule getirmenin bir adımıdır.
Bir hayatın hadiseleri ruhla bağlantılı olduğu gibi, bir toplumun, bir bütün olarak medeniyetin olayları da kolektif bir ruhla veya Carl Jung’un yazdığı gibi kolektif bilinçdışıyla bağlantılıdır. Bu karmaşık bir felsefî olgu değildir; tüm bunlar hepimizin birbirimizden etkilendiğini gösteriyor ve ortaya çıkan kolektif etkilere moda, sanat, felsefe ve yönetim kalıplarındaki eğilimleri yönlendiren içtimaî güçler deniyor. Toplumun tek bir üyesinin herhangi bir zamanda “normal bir fikir” olduğuna inandığı şey, aslında kolektif bilinçdışıyla, ona bunun normal olduğunu söyleyen görünmez içtimaî güçlerle olan bağlantısıdır. Bu fikre nasıl ulaştığının bilinçli olarak farkında değildir, yalnızca kendisini kolektif bilinçdışından çıkaracak kadar anlamlı bir şekilde toplumdan uzaklaştırmadıkça bu fikre kaçınılmaz olarak ikna olmuştur. Ama bunun, yani inzivanın tüm ciddi filozoflar için bir ön şart olduğu da söylenebilir.
Kolektif bilinçdışı, insanları kendi ağı içerisinde birbirine bağlayan canlı bir sistemdir. Bu sistemdeki en önemli aktarım şekli hikâyedir ve her zaman da öyle olmuştur. Ateş başında anlatılan, romanlara, şarkılara, şiirlere yazılan, radyoda duyulan ve en son Netflix dizilerinde görülen hikâyeler, önemli fikirlerin kişiden kişiye aktarıldığı ve “normalleştirildiği” yöntemlerdir. Modern Family’de eşcinsel çiftin Asyalı bir bebeği evlatlık olarak yeterince büyüttüğünü gördüğünüzde, iki erkeğin evlenip aile kurmasının normal bir şey olduğunu zamanla düşünmeye başlıyorsunuz. Öyleyse, bu düşünce sistemine dahil olmak yerine, onun dışında kalmayı seçmelisiniz. Evet, evet, propagandanın temel mekanizmalarını işaretleyip temellerini açıklamak gerekiyor. Mesela Black Mirror’u ele alıp başlayalım.
Ütopya, yer olmaması anlamına gelir ve tarih boyunca mükemmel bir dünyanın neye benzeyebileceğini hayâl etmeye çalışan pek çok insan vardır. Hayal gücü yüksek ve derin bir zihin için mükemmel bir egzersizdir; çünkü sizi şikâyet etmeyi bırakıp daha iyi bir dünyanın nasıl olacağını mümkün olduğunca teferruatlı bir şekilde hayâl etmeye zorlar. Bu alıştırma güçlüdür; çünkü zihin farkında olmadan toplumun karşı karşıya olduğu temel sorunların çoğuna çözümler bulur. Distopya ütopyanın bir versiyonudur. Distopya yazmanın amacı berbat bir dünyayı anlatmaktır. Temelde nihilist bir çalışmadır; çünkü şu soruyu sormakla başlar: “Her şey ters giderse dünya nasıl görünürdü?”
Distopya konusunda Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı meşhurdur. Bu, tamamen cinsel yozlaşmanın ve aile yapısının çöküşünün yaşandığı gelecekteki bir dünya hakkında bir hikaye. Her fert yapay bir rahimden doğar ve rahimde maruz kaldığı alkol düzeyine göre bir sınıfa atanır. Sloganı “herkes herkese aittir”. Seks şehvetin tatminidir, başka bir şey değildir. Aşk, bağlılık, sanat, duygu diye bir şey yoktur. Toplumdaki her bireyin, duygularının sorun haline gelmesini engelleyen bir ilaç olan “Soma”yı alması zorunludur. Diğer bir kitap, George Owell’in “1984”ü… Tarihin modern siyasî eğilimlere uymak için sürekli olarak değiştirildiği bir toplum. Gerçeği hatırlayan ve yeni gerçeğe uymayan kişiler devlet tarafından ağır şekilde cezalandırılıyor. Bu size ürkütücü bir şekilde modern dünya gibi geliyorsa, yanılmış olmazsınız. Bu hikâyelerin unsurları modern dünyaya o kadar benziyor ki, sanki bu şeylerin fikrini doğrudan bu romanlardan almışlar gibi. Sanki kötü adamlar bu romanları kullanım kılavuzu olarak kullanmışlar.
Aldous Huxley ve George Orwell, öngörüleri sayesinde muhteşem edebiyat eserlerini yazmaya yönlendiren parlak dahiler miydi? Belki. Ancak deha, bilgeliği veya ahlâkı garanti etmez. Sıradan herhangi bir insan bu hikâyeleri okuduğunda, tasvir ettikleri dünyaların insanın yaşamak isteyebileceği dünyalar olmadığı sonucuna varacaktır. Ancak yazarlar, bu dehşetleri bu kadar mükemmel ayrıntılarla anlatıp dile getirerek, ne kadar iyi niyetli olsalar da Pandora’nın kutusunu çoktan açmışlardır. Bu hikâyeleri yazarak bu dünyaları oluşturmada etkili oldukları kuvvetle muhtemeldir.
İnsan enerjisi son derece değerli bir kaynaktır. Reklâm ajansları bunu çoktan anladılar ve her gün insanın dikkatini, öfkesini vesaire, gerçek paraya ve kâra dönüştürüyorlar. İnsan enerjisi, sahnedeki bir sanatçıya, pek çok oyuncunun gösterinin sonunda hissettiği muazzam heyecanı veren şeydir. İnsan enerjisi müessir bir güçtür ve korku yoluyla da olsa çok spesifik şeylere yoğun bir şekilde odaklanmaya yönlendirildiğinde, bunları var edebilir. Bunun tamamen doğaüstü bir tartışma olmasına gerek yok. Spesifik bir şey hakkında düşünmek, bunun hakkında insanlarla konuştuğunuz anlamına gelir; fikirler örneklerinize, referanslarınıza, imalarınıza ve sonunda dünyayı nasıl organize edeceğinize dair orijinal fikirlerinize akar. Bunlar bilinçli kararlar değil. Bu fikirlerin bilinçdışına dahil olduğu ve hem ferdî hem de kültürel, o düzeyde çalıştığı söyleniyor. Huxley ve Orwell’in kitaplarının popülaritesi, uyardıkları geleceğin engellenmesinde tam tersi bir etkiye sebep oldu; aslında onları var ettiler.
Dua etmek aynı zamanda güçlüdür çünkü insan enerjisinin ve dikkatinin doğru, önemli ve iyi bir şeye yoğunlaşmasıdır. Yukarıdakine benzer bir mekanizma yoluyla, düzenli dua da önemli fikirleri bilinçdışına sızdırır ve onları orada sağlamlaştırır, böylece gün boyunca geri kalan düşüncelerimizi, eylemlerimizi ve bilinçdışı motivasyonlarımızı besler. Tekrar ve şiir duanın önemli bir unsurunu oluşturur çünkü fikirler bilinçdışına en etkili şekilde bu şekilde nüfuz eder. Distopyanın sanat eseri ve edebiyat biçiminde gelmesinin en tehlikeli olmasının nedeni budur: Bilinçsiz modellemenin güçlü yöntemini kullanmaktır, ancak bunu hain bir amaçla yapmaktır.
Aynı şey, insanlara bir dakika içinde onlarca yıl boyunca beyinlerinin hücre hapsindeymiş gibi hissettiren simülasyonlara yerleştirerek onlara nasıl işkence edebileceğimiz gibi korkunç şeyleri gösteren, Black Mirror gibi günümüzün televizyon programları için de söylenebilir. Beyinlerinde, uyanıkkenki her insanî oluşu kaydeden bilgisayar çipleri bulunan ve daha sonra, kredi almak veya uçağa binmek gibi şeyler yapmanıza izin verilmeden önce hayatınızdaki tüm “görüntüleri” göstermeye mecbur bırakılan insanları gösteriyorlar. Son derece ünlü olan The Matrix filmi bile, kapsüllerde yaşayan ve tüm hayatlarını bir gerçeklik simülasyonunda geçiren, gerçek bedenleri ise canlı bir arafta taşlaşmış olan insanlar hakkında distopik bir hikâyedir. Hikâyedeki insanlar uzaylılar için canlı piller olarak kullanıldığından, Matrix’in yazarları bile bir düzeyde insan enerjisinin gücünü anladılar.
Birçok kişi Matrix’i, Black Mirror’ı, Huxley’i ve Orwell’i seviyor. Bu distopyaların bizi ahlâktan, doğadan, dinden ve insanlıktan vazgeçmenin tehlikeleri konusunda “uyardığına” inanıyorlar. Peki bu eserler toplumla buluştuğundan beri ne oldu? Bunlar yalnızca kehanet görevi görmediler, aslında bu kâbus gibi gerçekliklerin nasıl oluşturulacağı konusunda bize talimat verdikleri için açıklamalarını hayata geçirdiler. Bu kâbusları tanımlamamız için bize kelime dağarcığı ve dil malzemesi verdiler ki bu da onları imar etmenin ilk adımıdır. Allah kelimeyi dünyayı var etmek için kullandı. Taklidi şekilde bu distopya yazarları da sözlerini distopyaları var etmek için kullanırlar.
Tıpkı bir yaraya dokunmanın sapkın bir mazoşist zevke yol açabilmesi veya şiddetli ağrı çeken depresif bir kişinin bacağını bıçakla kesmenin coşkusunu hissedebilmesi gibi, distopyalar da giderek nihilistleşen kolektif bilinçdışı için kendine zarar vermenin bir biçimidir. Geleceğe dair hiçbir umudumuz olmadığında, insanlık için akla gelebilecek en kötü işkenceleri hayâl etmenin korku ve acısına yaslanmak, belki de kendimizi yok etmenin, kendimizi cezalandırmanın bir yolu olarak, nefis bir coşku olabilir. Durumu herhangi bir şekilde nasıl iyileştireceğinizi bulmaktansa kendinizi cezalandırmak her zaman daha kolaydır. Kendine acımak her zaman kendini geliştirmekten daha uygundur.
Distopyaları reddedin. Her zaman bildiğiniz gibi, bunların kara büyü olduğunu derinden biliyorsunuz ve kahraman olma işini yapmak istemediğiniz için en kötü kâbuslarınızı hayata geçiriyorsunuz. Başarısızlık riskini almak istemiyorsunuz, umut etmeye çalışıyorsunuz ve o umut için savaşıyorsunuz. Ama bunun yerine kendimizin daha asil taraflarını teşvik edelim. Ütopyalar hayal edelim. Kahramanlar olma cesaretini gösterelim ve daha iyi bir geleceği hayata geçirelim. Kapsülde uzanıp kendimizi distopyaya bağlamak yerine, kılıcı kuşanıp savaşarak, kendimizi başarısızlık mahkûmiyetinden kurtaralım.
Kaynak: https://adimlardergisi.com/2024/05/17/distopyalarin-kara-buyusu/